Her ay olduğu gibi, bu ayda Sıra dışı Başarılar bölümüzde; sağlık alanında yapmış olduğu yeniliklerle, ülkemizi dünyada tanıtan ve sağlık turizmine katkı sağlayan bilim adamlarının başarı hikayelerini sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz.
Türkiye’nin yetiştirdiği Hüseyin Yetik; göz sağlığı alanında uluslararası tıp literatürüne girmiş, başarısı dünyaya örnek olmuş ve yapmış olduğu çalışmalarla ülkemizi dünyaya duyurmuş oldukça donanımlı bir bilim adamı. Hüseyin Yetik’ e bu sıra dışı başarı hikayesini sormaya gittiğimizde, sıra dışı cevaplar aldık:
Keyifli Okumalar
Röportaj: Gülçin Coşkan
Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz
Prof. Dr. Hüseyin Yetik. İstanbul Bakırköy’de doğdum. İstanbul’da büyüdüm ama aslen Elazığ’lı bir aileye mensubum, ailenin tek doktoru benim. Annem ev hanımı, babam ticaretle uğraşıyor. Annem babam ilkokul mezunu ama ben doktor oldum. 1996 İstanbul Tıp (Çapa) Fakültesi mezunuyum. Aynı TUS (Tıpta Uzmanlık Sınavı) ile en yüksek puanlı bölüm olan -ki halen de öyle olmalı- Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalında uzmanlık eğitimi almaya hak kazandım. O gün bugündür Cerrahpaşa Göz Anabilim Dalı’ndayım. Sırasıyla uzmanlık, doçentlik, profesörlük…
Çocukluğumdan beri resim yapmayı, özellikle karakalem resim yapmayı çok severim.
Bilim adamları genelde düşünen sorgulayan kişilerdir; ben çocukken de öyleydim, ilkokula başlamadan okuma yazma öğrendim.
Prematüre retinopatisi (bebeklerde körlük) alanında gerçekleştirdiğiniz çalışmalarda dünyada bir ilke imza atıp tıp literatürüne geçtiniz. Peki bebeklerde görülen bu hastalığı bizimle kısaca paylaşır mısınız ?
Prematüre bebeklerin tüm vücudu olduğu gibi gözleri de ama özellikle retina tabakası gelişmemiştir. Bu hastalığa ROP Hastalığı ya da Prematürelik Retinopatisi diyoruz. Bu hastalığın öylesine şiddetli olanları vardır ki; ilk günden itibaren bir göz hekimini bebeğin başına dikseniz ve her saat başı gözü muayene etmesini sağlasınız yine de ne yaparsanız yapın gözün kurtulmasını ya da tedavi edilmesini sağlayamazdınız. Bu bebeklerde genel adıyla anti-VEGF ilaçların tedavi için kullanılmaya başlanması 2007 yılıdır. Ancak başlangıç verileri şüpheliydi. Zamanla işe yarayabileceğini gösteren yayınlar çıktıysa da bu yayınlar “ilacı yapın, sonrasında yine de laser yapın!” derdi. Ama biz ilk kez sadece bu ilaçla, gerektiğinde tekrar enjeksiyonlar yaparak hem de en ağır formlarında bile ayrıca retinayı yakmadan yok etmeden tamamen normal bir retina elde edilebileceğini gösterdik. Daha evvel literatürde olmayan bulgular tanımladık; “Tungsten filamanı bulgusu”, “siyah nokta bulgusu” gibi; üstelik bu bulguların bu tablolara özgün “patognomonik” olduğunu kanıtladık, enjeksiyon işleminin en az zararla, en çabuk, en pratik ve en emniyetli olarak nasıl yapılabileceğini gösterdik, bu tekniğe kendi adımızı verdik ve tekniğin videosunu hazırlayıp saygın bir dergide yayımlanmasını kabul ettirdik. Halen tekniğimizin videosunu da sözkonusu derginin (Graefe’s Archive for Clinical and Experimental Ophthalmology) internet sayfasından yayımlanmaktadır.
Kendini yenilemeyen tek organın göz olduğu söyleniyor. Peki bunun nedeni nedir?
Evet yüzeyel koruyucu tabakaları hariç, fonksiyonel yapılarının hemen hiç birisi yenilenemez. Zira gözler, anne karnında tabiri caizse; beyin hamurunun öne iki boynuz vermesi ile direkt beynin devamı şeklinde oluşuyor. Anne karnında insan vücudu şekillenirken, türlü formasyonlar oluşur ve bir bakıma her doku ya da organın ilkel kumaşları ortaya çıkar. Bu kumaşlardan bir tanesi de Nöroektoderm dediğimiz kumaştır ve göz temel fonksiyonel yapılarını bu kumaştan alır. Bu kumaşın özelliği kaynak ilk ve son kaynak olup yenilenme özelliğinin bulunmamasıdır.
Göz hastalıklarıyla alakalı şuan yaptığınız başka çalışmalarınız var mı ?
Göz hastalıkları alanında aldığım çok sayıda patentlerim mevcuttur:
İki yeni müracaatımla beraber toplam yedi tane uluslararası patent. Her yedi patent ABD, Avrupa Birliği, Çin ve Hindistan için ayrı ayrı müracaatı kapsıyor.
Patentlerim: Göz görüntüleme sistemi ve göz ameliyatlarında kullanılmak üzere tarafımdan geliştirilmiş çok sayıda özel cerrahi enstrümanları içeriyor.
Bilgiyi uluslararası sahada yaymaktan bahsettiniz. Bunu nasıl yapabiliyoruz?
Bilimsel yayın endekslerinde taranan erişilebilir bilimsel mecmualarda yayımlayarak. Bu mecmualarda bilimsel makale yayımlatmak kolay mıdır? Bağışlayınız ama tabiri caizse deveye hendek atlatmaktan zordur. “Neden zordur?” derseniz bunun onlarca sebebi vardır. Aslında en eskiye gidersek kökeninde Doğu Medeniyetinin bilimi Batı Medeniyetine kaptırmış olması yatar. Bilim Dili önce Latince ve bugün için de pratik olarak İngilizce olunca Doğu Medeniyetinden uluslararası bilimsel arenaya bilgi yayılması bilimsel katkılar üretilmesi çok çok zorlaşmıştır.
Batı Medeniyetinde, kim ne derse desin özellikle Ortadoğu Coğrafyasına karşı bir ön yargı vardır. Birileri “Ama o ön yargılar için de şu şu sebepler var! Haberin var mı?” diye kısmen haklı itirazlar da ileri sürebilir.
Sizce bir bilim adamı hangi vasıflara sahip olmalı ?
Bilim adamı ön yargısız ve dogmasız olmalı. Yani kendisine öğretilen her şeyin ama her şeyin aslında yanlış da olabileceğini asla unutmamalı. Objektif olabilmeli. Kralın hakkı krala Sezar’ın hakkı Sezar’a diyebilmeli. Masasının üzerine konulan eseri salt bilimsel eser olarak, bilimsel ölçütler bağlamında değerlendirmesini bilebilmeli.
Bazı bilim adamları bir şeyler ürettikçe, Yaratıcıya ortak tavırlar sergiliyorlar. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Bu sorunuza şöyle bir örnekle cevap vermek istiyorum: Türkiye’de Mercedes servisinde çalışan usta, bir süre sonra o kadar kendini bir şey zannetmeye başlar ki ‘’aslında bu böyle yapılsaydı vs..’der. Orada tamirci olduğunu unutur. Bizdekiler de Yaratıcının ürününü tamir ettikçe kendini mühendis sanmaya başlıyor.
Aklın akla yetmediğini, aklın aklı yok ettiğini unutmamak lazım. Akıl ve muhakeme bilinenler üzerine kuruludur; bilinenler üzerine kurulu akıl, bilinmeyene yetmeyebilir.
Sizce tıp dünyasındaki başarılar, uluslararası alanda yeterince ilgi görüyor mu?
Bazen en saygın bir bilimsel dergide son derece tutarsız yayınlar olduğunu görürsünüz. Ama aynı dergi o yayınlanan makaleden kat be kat güçlü bilimsel veriler, kanıtlar ile gönderilen bir başka makalenin basımını reddeder. Çünkü şu ülkeden, şu merkezden gelmiştir. Özetle uluslararası saygın dergilerde, özellikle bu coğrafyadan üretilen bilimsel eserlerin yayımlanabilmesi; asla reddedilemez, göz ardı edilemez veriler sunulmasıyla mümkün olmaktadır. Dolayısıyla bu coğrafyada “uluslararası bilimsel başarı” ayrıca bir önemi haizdir. Aslında özü itibariyle bakıldığında bilim bilimdir; ulusalı uluslararası olanı olmaz. Ama diğer söylediğim gerçeklikte aslında “uluslararası bilimsel başarı” diye yüksek sesle söylenmeye kalkıldığında, kendi içinde üstü örtülü bir kompleksi barındırır ki, bu hakikaten trajiktir.
Peki yurt dışındaki başarılarla, ülkemizde ki başarıları kıyasladığımızda ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?
Sonuçta pek çoğumuz yurtdışında da pek çok merkezi gördük. O kadar ki en fazla gözümüzde büyüttüğümüz merkezlerde bile; bizim vasat kabul ettiğimizden daha kalitesiz işler, ameliyatlar yapılıyor. Fakat iş sunuma gelince, sahneye çıkınca “vaooov ne muhteşem!” diyoruz. Sonuçta olay bir noktada “sunuma” “marketing’e” “pazarlamaya” bağlı. Düşünün; dev bir marka bir önceki telefonunun hemen bire bir aynısını çok daha cilalı çok daha parlak hale getirip müthiş görsellerle tanıtıp “jet siyah” diye pazara sürdü ve insanlar ilk çıktığı gün satın almak için kuyrukta bekliyordu.
Mesleğinizle karakterinizin özdeşleştiğini düşünüyor musunuz? Sizce özdeşleşmeli mi?
Doğrusu hayatta tesadüf yok. Dolayısıyla aslında her birimizin ezelden ya da bir bakışla da ruhlarımızın “evet” ifadesini ilk sarf ettiğinden beri içine doğacağımız hayata, icra edeceğimiz işlere eylemlere göre şekillendiğimize inanırım. Dolayısıyla “mesleğimle ben özdeşleşiyor muyum?” sorusunu “aksi olsa olmazdı. Olacak olur! En iyi bu mesleği yapacakmışım ki bu olmuş. Yaptığım iş kötüyse eğer, başka işi bundan da kötü yapacakmışım ki en az kötüsü bu olduğu için bu olmuş en azından” diye yanıtlardım.
Aslında burada yaşamın bütününe dair de bir çıkarım yapmak adına söylüyorum; her bir bireyin bu dünyada var olurken bir sebebi vardır ve birinin sebebi diğerinkinden ne bir eksik ne bir fazladır.
Ben bu durumu ilk kez tıp fakültesinin ilk yıllarında biyokimya derslerinde idrak etmeye başlamıştım. İnsan vücudunda tek bir oksijen atomu bile heba edilmez. Bir oksijen atomu bir yerden artarsa başka atomla bir araya gelir ve bir oksijen molekülü olur. Ola ki tekli atomlar fonksiyonel moleküllere dönüşemezse bunlara genel anlamda serbest radikaller adı verilir ve bunlar zararlıdır. Dolayısıyla doğada aslında tek bir oksijen atomunu bile heba etmeyen anlamsız bırakmayan her bir atoma bile bir görev veren bir denge var. Her bir canlı bir denge ile çoğalıyor. Bir döngü ile çoğalıyor. Ama bunca canlı içinde iradeye sahip ileri düzeyde muhakeme yapabilen en gelişmiş akla sahip tek canlı insan. İnsan çoğalması da tamamen kendi iradesine bırakılmış adeta. Bu durumda aslına bir tek oksijen atomu bile heba edilmeyen bu evrende her bir birey şu soruyu kendine sormalıdır: “Bu kadar çok insan varken ayrıca ben niye varım?”
Aslında bu soruya verdiği cevap kişinin bu dünyada var oluşunu anlamlandırma dayanağı olduğu gibi benim maneviyat cephesinden yorumum da eğer bir yaratıcıya inanıyorsa o yaratıcıya kul (abd) olma eylemidir yani ibadetidir. Dolayısıyla dilimizde “ibadet aşkıyla iş yapmak” diye bir deyim vardır ya, bu aslında reel bir karşılığa da sahiptir. Her bir bireyin var oluş amacını bulması ve bu amaç üzere, yaşaması, nefes alması, yürümesi, koşması, mesleğini icra etmesi özünde hep esas var oluş amacını yerine getirmesi bilincini, çatısını içermek kaydıyla doğası ve anlamı gereği zaten ibadettir. Derler ya “yerden bir taşı kaldırmak bile ibadettir”. Evet aslında bu iradeyi içerdiği sürece o bütünden ayrılamıyor zaten.
Sizce Türkiye’nin bilim alanında gerçek potansiyelini uluslararası düzeyde hak ettiği düzeye çıkaramamasının sebepleri nelerdir?
Bunların bazılarını yukarıda söyledim. Bunlar Türkiye’yi de aşan topyekün bu coğrafyaya ait tarihsel nedenler. Ama Türkiye’nin işleyişine dair değiştirilebilir şeyler var mı derseniz? Tabii ki kesinlikle var derim. Öncelikle mesleki dernek örgütlenmeleri kesinlikle ve kesinlikle doğru dürüst hukuki, bilimsel kıstaslarla derlenip toparlanmalı. Bakın tababet eğitimi için konuşayım. Tababet eğitimi yüksek öğretimdir. Türkiye’de yüksek öğretimin kurumsal yapılanması bellidir. Ancak iş, mesleklerini edinen kimselerin meslek icraı alanına indiğinde bir bakıyorsunuz karşımıza mesleki dernek örgütlenmeleri çıkıyor. Bu saha uluslararası bilimsel ve mesleki iletişimlerin de kurulduğu bir saha ve burada ülkemizin yerleşik kurumsal yapılanmaları ne yazık ki yer almıyor. Bu sahaların düzgün hukuksal denetimi de yok. Türkiye’deki Oftalmoloji Bilimi açısından söyleyeyim:
1928 ‘de kurulmuş bir dernek var; halen Türkiye’de oftalmoloji alanının bilimsel, mesleki ve hatta alanıyla ilişkili ticari sahasını hiçbir hukuksal dayanağı olmaksızın fiilen o yönlendiriyor. Apaçık YÖK’ü, Sağlık Bakanlığını ilgilendiren sahalarda bile yasal hakkı olmadığı halde fiili söz sahibi. Tüzüğü bırakın yasaları Anayasaya bile aykırı maddeler içeriyor. Türkiye’de Profesörlük unvanına sahip göz hekimi öğretim üyelerini, Avrupa’ya götürüp, Avrupa’da yeni göz uzmanlığı belgesini alan genç uzmanlarla aynı sınavlara sokup, üstelik de Türkiye’de doçentlik unvanına sahip kimseleri orada sınayıcı olarak görevlendirdiler. Apaçık Yüksek Öğretimin uluslararası alanına hadleri ve yetkileri olmadığı halde başka hiçbir kurumsal muhatap olmadığı için dahil oldular ve Türk Oftalmolojisini uluslararası alanda rencide edip küçük düşürdüler. Üstelik 1928’den beri kurulduğu halde, halen Kamu Yararına Çalışan Dernek Statüsünde değil. Bu konuda girişimleri bile yok! Neden? Çünkü bu statüye geçtikleri anda direkt idari yargı denetimine girecekler ve istedikleri gibi rahat hareket edemeyecekler.
Sizce dünyaya yön veren güç nedir?
Doğrusu kapsamı çok geniş cevabı hem çok kolay hem çok zor bir sorudur bu. Sorunuza tersinden cevap vereyim. Bana derseniz ki doktor bunca yıldır okudun yazdın, tababet tahsil ettin, buluşlar yaptın, gezdin, gördün kendince, hayatın bütününden ne anladın? İnsanlık bunca öğreti içinde en esaslı ortaya ne koymuş sence? Bıkmadan usanmadan derim ki Sokrat’ın Apollon tapınağının girişinde yazan ifadesidir özeti “Gnothi seathon! – Kendini bil!”. Bunun İbn Arabi’de “Kendini bilen Rabbini bilir!” ifadesiyle, Yunus Emre’de “İlim ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir!” ifadesiyle karşılığı vardır. Dolayısıyla benim bakışım hep haddimi bilme merkezli olma gayreti taşır. Ama diğer yandan “Hep öyle olmuştur!” demeyi de kendiyle çelişik sayarım. Haddimizi bilemediklerimiz olmuştur, olmaya da devam edecektir belki ama hep haddimizi hatırlatmıştır haddin sahibi. Bu sebeple “dünyaya yön veren güç asla ve kat’a ben değilim!” diyebilmeyi tercih ederim.
Yukarıda kişinin var oluşunun anlamını bulması gerektiğinden bahsettim ve birimizin anlamı diğerine kıyasen ne bir eksik ne bir fazladır dedim.
Derslerde bazen öğrencilerime saatimi gösterir sorarım “sizce bu saatin doğru çalışması için en önemli çark hangisidir?” diye. Sonra yanıt veririm: “hepsi aynı önemi haizdir!” diye “ama bazı çarklar saniyede bir diş bazıları 24 saatte bir diş döner ama birisi bozulursa hepsi bozulur. Yaşam her birimize farklı roller farklı sıfatlar vermiş olabilir. Ama özünde işleyişin bütününe baktığınızda sizin hastayı muayene etmenizle o hastanın kaydını açan sekreterin hatta size arada çay getiren çaycının dairenin tamamlanması işleyişinin sürdürülmesi noktasında çok büyük fark yoktur. Dakikada bir tur dönen saat çarkıyla 24 saatte bir tur dönen çark gibidir.
Dolayısıyla işin özün kendin bilmektir, haddin bilmektir.
#saglik, #bilim, #huseyinyetik, #basari