Kan kanserleri tedavisinde çığır açan tedaviler Hematolojide yeni eğilimler sempozyumu’nda konuşuldu.
Kan hastalıkları ve tedavileriyle ilgili son gelişmeler 21 Şubat’ta gerçekleşen 8. Hematolojide Yeni Eğilimler Sempozyumu’ndan bir gün önce düzenlenen basın toplantısında masaya yatırıldı. Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyeleri ve Amerikan Hastanesi doktorları Prof. Dr. Burhan Ferhanoğlu ve Prof. Dr. Mustafa Çetiner’ in başkanlığında düzenlenen sempozyumda lenfoma, lösemi, multiple miyelom gibi kanserlerin yanı sıra kansızlık, pıhtılaşma sorunları ile ilgili kan hastalıkları dünyanın en ileri gelen bilim insanlarınca tartışıldı.
Sempozyumda en çok dikkat çeken başlıklar ise yine kan kanserleri tedavisindeki yeni gelişmeler oldu. Belli ki bağışıklık sisteminin güçlendirilerek tümör dokuyu yok etmesini sağlayacak tedaviler ve çok düşük miktarlardaki “rezidüel” (artık ya da artakalan) tümör dokunun erkenden yakalanmasına imkân veren yöntemler, önümüzdeki yıllarda da çok tartışılacak.
Sempozyumdan önceki gün düzenlenen basın toplantısında, uzmanlar kanserin sırlarının her geçen gün biraz daha açığa çıktığını belirtti. Gerçekten de kanser hücreleri bağışıklık sisteminden saklanarak, hiçbir engele uğramadan çoğalabiliyor. Hücreleri yeterince tanıyamayan bağışıklık sistemi de tümör dokusunun gelişimine izin veriyor. Kanserin bir diğer özelliği ise genetik yapılarını hızla değiştirmesi ve hedefe yönelik uygulanan tedavilerin etkisinden kurtulabilmeyi başarmasıdır.
Bu iki özellik, kanserin tedavi edilebilmesinin önündeki önemli engeller olarak görülüyor.
Bir diğer önemli nokta ise bilinen radyolojik, biyokimyasal ve klinik bulgularla görünürde tümörün tedavi edildiği sanılmasına rağmen gözden kaçan, fark edilmeyen ve kişinin bedeninde varlığını sürdürmeye devam eden kanser hücrelerinin yeniden tümörün nüksüne neden olmalarıdır.
“YOK EDİCİ” bağışıklık Hücreleri ve TIP MÜHENDİSLERİ
Son yıllarda pek çok araştırma merkezi, hastaların kendi kan hücrelerinin kanserli hücreleri yok etmek üzere programlandığı tedaviler üzerinde çalışıyor. Bu tedavi yönteminde, öncelikle hastanın bağışıklık hücreleri toplanıyor ve hücreler genetik mühendislik teknikleriyle kanser hücreleriyle savaşmaya yönlendiriliyor. Prof. Dr. Çetiner bu teknolojiyi şu sözlerle özetledi: “Son yıllarda tıp alanında yeni bir meslek doğdu: Tıp mühendisliği. Bu mühendislik çalışmalar sonunda hastanın kendi hücrelerini kanseri yok etmek için kullanabiliyoruz. Çünkü öncesinde kanser hücreleri kendilerini silikleştiriyor, bağışıklık sisteminin gözünden kaçmayı başarabiliyor ve bu sayede vücutta çoğalabiliyordu. Tıp mühendisleri, bağışıklık hücrelerini dışarı alıp, kanserli hücreyi tanımlayabilecek bir yapı kazandırdılar. Daha sonra bu işlenen hücreler, hastaya geri verildi ve sonuçların çok başarılı olduğu görüldü.”
Bu tedavinin “yeni umutlar” doğurduğunu belirten Prof. Dr. Çetiner, tıp mühendislerinin son yıllarda çok önemli tedavi yöntemleri üzerine çalıştığını dile getirdi: “Bunlardan ilki CARR teknolojisi adı verilen bir teknoloji. Bu tedavi yaklaşımında tümör hücrelerini tanıyan ve monoklonal antikor ismi verilen moleküller ile tümör hücreleri işaretleniyor. Bağışıklık sisteminde rol alan ve tümör hücrelerini yok etme yeteneğinde olan hastanın T hücreleri, bu işaretlenmiş tümör hücreleri ile laboratuvar koşullarında tanıştırılıyor ve tümör hücrelerine karşı aktif hale getiriliyor. Bu hücreler daha sonra hastaya geri veriliyor. Bu sayede en büyük yetenekleri bağışıklık sisteminin gözünden kaçmak ve saklanmak olan tümör hücreleri, bu eğitimli T lenfositlerce tanınıyor ve yok ediliyor. Çok ama çok kompleks bir süreç bu.”
Prof Dr. Burhan Ferhanoğlu ise bu tedavinin tamamen kişiye özel olduğunu vurgulayarak önümüzdeki yıllarda kanser tedavisinin giderek “kişiye özel” geliştirileceğini söyledi: “Bağışıklık sistemi hücrelerin hastadan alınması, işlenmesi ve yeniden hastaya verilmesi yaklaşık 10-11 günü buluyor. Şimdilik özellikle B hücreleri lenfoma ve lösemilerin tedavisinde kullanılan bu teknoloji gelecek günlerde multiple miyelom gibi diğer kan kanserlerinin ve ardından tüm kanserlerin tedavisi için de umut vaat ediyor.”
Uluslararası Miyelom Vakfı’ nın (IMF) kurucularından ve miyelom tedavisinde dünyanın en önemli isimlerinden Prof. Dr. Brian Durie ise bu teknolojinin özellikle miyelom tedavisinde diğer yeni ilaçlarla birleştirildiğinde çok büyük başarı sağlanabileceğine inandığını belirtti.
Brian Durie, ayrıca bu yöntem sayesinde tümör hücrelerinin genetik yapılarını değiştirseler bile bağışıklık sisteminden kaçamadıklarını söyledi.
Multiple Miyelomda “Siyah Kuğu” Umudu
Kanser alanında hasta hakları konusundaki dünyanın en güçlü vakıflarından IMF’nin başkanı Susie Novis ise bu yeni gelişmelerle “Siyah Kuğu” hayaline daha çok yaklaşıldığını vurguladı. “Siyah Kuğu” projesi tüm dünyada tamamen tedavi edilen ilk miyelom hastasını bulmayı amaçlıyor. Şimdiye kadar tedavide büyük başarılar elde edilse de hiç bir hastanın tamamen tedavi edilmediğini söyleyen Susie Novis, bu proje sayesinde dünyanın bu alandaki tüm bilim insanlarının ve ilaç firmalarının bir araya geldiğini ve “siyah kuğu”nun bulunmasının an meselesi olduğunu dile getirdi.
Tedavi maliyetleri konusunda da konuşan Susie Durie, maliyetlerin büyük olduğunu ancak ilaç maliyetlerinin, araştırmaların hızını kesmemesi gerektiğini söyledi. Susie Novis, bir ilacın başlangıçta yüksek maliyetinin olduğunu ancak süreç içinde bu maliyetlerin düştüğünü belirtti.
Tümörün Parmak İzi
Toplantıda konuşan Prof. Dr. Burhan Ferhanoğlu, “rezidüel” (artık, artakalan) kanser hücrelerinin, tespit edilmesinin tümör tedavisinde çok önemli olduğunun altını çizdi ve rezidüel tümörün saptanmasını sağlayan yeni yöntemlerin, kanser tedavisindeki başarıyı doğrudan etkilediğine vurgu yaptı.
Prof. Dr. Çetiner ise rezidüel hücrelerin, tümörün bir çeşit “parmak izi” olduğuna dikkat çekip, araştırmacıların bu izi yakalamalarının önemine dikkat çekti: “Radyolojik ve klinik olarak düzelen hastalarda bu izin bulunması tümör nüksüne karşı uyanık olmayı sağlıyor ve nüksün önlenmesine yardımcı oluyor.”
Ülkemizde Klinik Çalışmalar
Uzmanlar ayrıca özellikle tedavi seçenekleri kalmamış hastaların mutlaka klinik çalışmalara yöneltilmesi gerektiğini ve toplumdaki “kobay” algısının yanlış olduğunu vuguladılar: “Ülkemizde yürütülen çalışmaların Batı ülkeleri ve Kuzey Amerika ile eş zamanlı başladığını, tüm maliyetlerinin karşılandığını, Sağlık Bakanlığı ve bölgesel etik kurulların onayı ve denetiminde yapıldığını, tedavi seçenekleri olamayan hastaların bu çalışmalara girmesinin bir umut olduğunu unutmamak gerekiyor.”